enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
35,2754
EURO
36,8150
ALTIN
2.974,73
BIST
9.952,67
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Az Bulutlu
11°C
Ankara
11°C
Az Bulutlu
Perşembe Hafif Yağmurlu
8°C
Cuma Çok Bulutlu
8°C
Cumartesi Az Bulutlu
6°C
Pazar Karla Karışık Yağmurlu
6°C

Tevhid; Hem Aklî Bir İlke ve Hem de Gözlemsel Bir Bilgidir / Ayhan Küflüoğlu

Tevhid; Hem Aklî Bir İlke ve Hem de Gözlemsel Bir Bilgidir / Ayhan Küflüoğlu
06.12.2018 18:52
0
A+
A-

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (9)

Bilim, her ne kadar Rabbimiz’i ve vahiyle bize bildirdiği “Tevhid Bilgisi”ni; “inanç ve felsefe, metafizik ve dinin” konusu görerek; “bilgi ve araştırma, akıl ve gözlemin” dışına çıkarsa da; yani “Bilim” ve evrenin dışına atsa da; halbuki “Tevhid;” hem mantıkî akıl yürütmeyle elde edilen bir “bilgi ve hüküm” ve hem de evren gözlemlerinden elde edilen, “ampirik bir bilgi ve keşiftir.”

Hem, zaman ve mekândan bağımsız Rabbimiz’in varlığının “Sonsuz ve Sınırsız” olması; yani herşeyden daha “aşikâr ve alenî ve somut” olması; yani “sonsuz zahir (Ez Zâhir)” olmasından kaynaklı (yani O’nu farkedip – görebileceğimiz gözlem ve ayırdedici kıyas noktası olabilecek “misli ve misâli, eşi ve benzeri” ve de “zıttı” olmaması nedeniyle ve gene “sonsuz–sınırsız” olması nedeniyle; “içi – dışı, sağı – solu gibi nisbetler” olmamasından kaynaklı), bize “sonsuz bâtın ve gizli (El Bâtın)” olması nedeniyle; O, biz “sonlu – sınırlılar” açısından “metafizik” olsa da; O’nun “fiil ve eserleri” metafizik değil, inanan – inanmayan herkes görüyor!

Gördüğümüz “fiil” ve sonuçları olan “eserlerin”, göremediğimiz Rabbimiz’e “delil” olması; (tabiri caizse) bir benzetmeyle, analojik olarak: Tıpkı, beş duyumuzla hissedemediğimiz (veya farkedemediğimiz) “yerçekimi (kütleçekimi)” gibi bir kuvvetin, “var olduğunu” ve “özelliklerini;” kütle üzerindeki etkilerine bakarak bilebilmemize benzer.

Veya uzak geçmişte olduğu için; Bilimsel olarak gözlem ve ölçme, deney ve tekrar yapmamızın mümkün olmadığı “Big Bang”in olduğuna; evrende gözlediğimiz “Kozmik Fon Radyasyonu” gibi bazı delillerden ulaşmamıza benzer.

Halbuki “Tevhid;” Big Bang gibi, zamanın bile olmadığı uzak geçmişte yaşanan bir olay da değil. Yani “tevhid;” şimdi/şurada dahi, her daim gerçekleşen bir olay. Mikrodan makroya, her zaman/mekânda, devamlı gerçekleşen bir işleyiş; “yerçekimi” gibi bir kanun.

Elhasıl “tevhid;” araştırma – gözlemlerle, doğruluk–yanlışlığı sınanabilen ve doğruluğu gösterilen bir konudur. Diğer deyişle: “Tevhid;” sadece “tasdik ve inancı” ilgilendiren bir konu olmayıp; aynı zamanda “bilgi ve gözlemin” de konusudur.

Bu kavram; sadece “itikâdî ve İslâmî” bir kavram olmayıp; (lâik, seküler deyişle; sadece “dinî” bir kavram olmayıp;) ayrıca tüm hayatı ilgilendiren ve kapsayan; insanın evrene bakışı, davranış ve amaçlarını da belirleyen/belirlemesi gereken bir kavramdır.

Mü’min bir müslümana “tevhid”in verdiği yön: Sadece Allahu Teâlâ’yı sevmesi ve sadece O’ndan korkması; sadece O’na ibadet edip ve sadece O’ndan yardım dilemesidir. Çünkü ve zaten; O izin vermedikçe, insana, hiçbirşeyin zarar veya menfaâti dokunamaz. Bunun farkında olmak ise; hiçbir kişi ve menfaât veya korku önünde eğilmemeyi getirir.

Eğer müslüman, sevgi ve korkularını “tevhid” ederek Rabbinde birleştirmezse; bu hislerin gideceği diğer mecburî yol; “kesret”tir! Yerinde ve doğru yönetilmeyen bu hislerin; kesrete, çokluğa dağılmasıdır. Kişinin, sevgi ve korkularını; kendisi gibi aciz ve zayıf; yani kendisine bile faydası olmayan mahlûkata dağıtmasıdır!

Bunun sonucu ise: Tek bir Zât’ı sevmek ve O’nun sevgi ve rızasını kaybetmek ve azabına uğramaktan korkmak yerine; başta “kendi ölümü” ve sonra “diğer sevdiklerinin ölümü” olmak üzere; sonra “istikbâl (gelecek) korkusu, yaşlanma korkusu, hasta olma korkusu, eş – çocuk gibi sevdikleri için endişelenme ve üzülme korkusu” gibi, binlerce korku ve üzüntüyü ve elim hâdiseyi, (taşıyabilecekmiş gibi) aciz beline yüklenir!…

Öyleyse mü’min için asıl olan; kendi nefsine ve mahlûkata dağıttığı sevgi ve korkularını, talep ve isteklerini, tevhid edip – birleştirerek; (kendisiyle birlikte, bütün o sevdiklerini de yaratıp – koruyan ve kendisine, ni’met olarak verip – sevdireni;) yani asıl sevilmesi ve razı edilmesi gereken Rabbini sevmesidir. Beşeriyeti icabı diğer sevdiklerini de, O’nun adına; O’nun hediye ve ni’met, rahmet ve rızkı olması cihetiyle sevmesidir.

Kişinin, böyle sevdiğinin alâmeti de; yaratılışı icabı sevdiği “eş, çocuk, para, makam” gibi şeyleri elde etmek veya sevgi ve rızalarını kazanmak için, Rabbi’nin emir ve yasaklarını çiğnememesidir. Yani: Asıl ve öncelikli olarak, O’nun sevgi ve rızasını kazanmaya çalışması ve O’nun sevgi ve rızasını kaybetmekten korkmasıdır! Yaptığı en basit işte bile, bir gözüyle, hep O’nun ilgi ve teveccühünü yoklama ve aramasıdır!

Bir sonraki aşamada ise; gördüğü herşeyin, arkasında O’nun rahmetini gösteren, şeffaf bir cam veya ayna olduğunu farketmektir! Bir nevi; varlığa, “semiyotik” olarak; yani “mana-yı ismî” (kendisini gösteren) değil, “mana-yı harfî” (başkasını işaret edip – gösteren) olarak bakmak ve görmektir. Nasıl ki, sizler burada yazılanları okurken, aslında harf ve kelimeleri değil; işaret edip – gösterdiği anlamları görüyor ve okuyorsunuz, işte öyle!

Tevhid’in, bir de “cemaât ve ittifak, uhuvvet ve kardeşliği” iktiza edip – gerektiren; bunu teşvik ve emreden yönü var ki, yazının ana konusu gereği, buraya alınmadı.

Dinimiz, dünyevî haz ve lezzetlere mâni değil

Fakat, konu dışına taşsa da; burada, yanlış bilinen iki konuyu düzeltmek gerekiyor:

Birincisi: Kişinin müslümanlığının kalitesinin artması, bu dünyada aldığı / alabileceği haz ve lezzeti, keyif ve rahatlığı yasaklamadığı gibi, azaltmaz da. Hattâ durum bunun tam tersi olup; bir müslümanın dünyadan aldığı lezzet ve keyif, en aşağı 3 sebeple daha fazladır.

1. Sebep: Temsil olarak; cumhurbaşkanının makamına iki arkadaş giriyor. Başkan, bunlara; sevgi ve rızasının nişanesi ve başarılı işler yaptıklarının te’yid ve onayı olarak, birer kavanoz bal hediye ediyor. Arkadaşlardan birisi, balı; Başkanın hediye ve iltifatı olduğunu düşünmeyerek ve bundan gaflet ederek (afedersiniz, tabiri caizse; zihni, soyutlama yapabilecek kadar gelişmemiş, soyut kavram ve manevî değerleri bilmeyen hayvanlar gibi) yiyor. Diğeri de balı yiyor ama bu balın, Başkandan, birebir kendi şahsına verilmiş bir hediye ve iltifat olduğunu unutmayarak! Şimdi bu kişi; hediye vereni unutmamasının hazır mükâfatı olarak; (gaflet edip, unutan diğer arkadaşının, baldan aldığı aynı tadı almakla birlikte;) o baldan çok daha tatlı; balda tecessüm edip – somutlaşmış; ikinci bir manevî hediye ve tadı da alıyor.

2. Sebep: İnsan, bu dünyadan “tam lezzet ve keyif” almak için dua ediyorsa; “tam acı” ve sıkıntı da istiyor demektir. Çünkü; bu dünyada, biri olmadan, diğeri de olmuyor. Çünkü, genel olarak; bu hayatta aldığımız haz ve lezzetler, zıtlarıyla kaim ve daim. Bunun sonucu olarak, meselâ; yediğimiz yemeğin lezzeti, açlığımızın şiddetiyle orantılı. Bunun gibi; sudan, uykudan, dinlenmekten aldığımız haz, bunlara duyduğumuz şiddetli istek ve ihtiyaca göre (yani, susuzluğumuzun veya çalışma ve yorgunluğumuzun şiddet ve yoğunluğunun, bize verdiği acı ve sıkıntıyla doğru orantılı olarak) artar.

Meselâ hiç hasta olmasak veya dişimiz hiç ağrımasa, ne dişimizin kıymetini bilirdik (hattâ o dişimizin varlığının bile farkında olmazdık) ve ne de, sağlıklı olmanın lezzetini hissedebilirdik.

İşte bu sebepten; müslüman olarak, dininin gereklerini yerine getirmeye çalışan bir kişinin, dünyevî hazlardan alacağı tat da artar. Hattâ “oturmak, konuşmak, gezmek, yemek” gibi en basit dünyevî eylemlerinden bile (diğer, dininin gereklerini yerine getirmeyen kişiye göre), çok daha fazla lezzet alır. Neden?:

Çünkü: O kişi; günün 5 vaktine taksim edilmiş “namaz;” yılın, Ramazan gibi bazı ay ve Pazartesi – Perşembe gibi bazı gün ve haftalarına yayılmış “oruçlar” ve “zikir, Kur’ân” gibi diğer yaptığı “ibadetler” nedeniyle; bazı dünyevî iş veya lezzetlerini ertelemiş olur. İşte bu ertelemesinden kaynaklı ve ertelediği için, o dünyevî eyleme istek veya ihtiyacının biraz daha artmasından da kaynaklı; ibadetten sonra yaptığı o işten, çok daha fazla keyif ve lezzet alır.

Zaten dünyanın haz veren en büyük eylemi bile, kesintisiz hep devam etse; süreklilik ve yeknesaklık nedeniyle, lezzet vermemeye ve kıymetten düşmeye başlar. İşte bu sebepten; her gün, en alâ bal – kaymak yiyen; açlık saikasıyla, kuru bir ekmeği yiyen kadar, tat almaz.

Belli zamanlarda, dünyadan fişini çekip (daha doğrusu; zihnine, kesintisiz devamlı veri akışı sağlayıp, algılarının band genişliğini dolduran, “dünya internet bağlantısı”nı kesip;) “namaz” gibi uğradığı ara durak ve ruhunun teneffüs – dinlenme zamanları nedeniyle; bir mü’minin, dünyadan aldığı lezzet ve huzur da artar.

Meselâ: Kışın ortasında, soğuk suyla, titreyerek aldığı abdest ve namaz sonrası; içini kaplayan huzur ve sonra sıcacık odasında çayını yudumlamasının verdiği tat; “namaz” gibi ara durakları olmadan, hiç üşümeyip, devamlı odada oturan adamda yoktur.

Veya bir müslümanın, bütün gün tuttuğu oruçla, susama ve acıkmasından kaynaklı; akşam iftarda, içtiği su, yediği yemekten aldığı lezzet; oruç tutmayanın, bütün gün içtiği suda, yemekte yoktur.

3. ve Ên önemli Sebepte: Bir müslüman için; bu dünyada aldığı lezzet ve sevdiği insanlarla yaşadığı mutluluğun; ölümle son bulmayıp, öte dünyada da, hem de asıllarıyla olacağını ve hem de ebediyen olacağını bilmesi; o insanın, bu dünyada aldığı lezzetlerin bitmesiyle veya sevdiklerinin ölümü ve ayrılığıyla yaşadığı acıyı hafifleştirir ve kolaylaştırır. Ve yaşlandığında da, öteye bir özlem olur ve ölümü sevdirir. Ölüm; o insan için, askerden terhis olup, eve, sevdiklerine kavuşmaya gitmek gibi olur…

Müslümanlığının gereğini yerine getirmeye çalışan bir mü’min, bunu başardığı ölçüde; gereklerini yerine getirmeyen, (veya müslüman bile olmayan kişiden) çok daha fazla huzurludur ve hayattan ve dünya ni’metlerinden aldığı keyif ve haz da, o nisbette daha fazladır dedik.

Fakat burada, hiçbir zaman unutulmaması ve üzerinde, hassas bir biçimde ve dikkatlice düşünülmesi gereken husus şu: İnsanın canı acımadan, yani acı çekmeden; hiçbir zaman, içten ve candan ve samimî olarak “Allah” demesi, Rabbine yakarması mümkün değil gibi. Galiba, Rabbimize içten ve hissederek yakarış, samimî ve gerçek iltica, ancak acı çekmekle mümkün! Uyuduğumuz uykulardan, kayıp ve acılarımızın uyandırıp, acz ve fakrımızı hatırlatmasıyla; canımız yandığı oranda; O’na, ne derece muhtaç olduğumuzu hissedebiliyoruz! Öbür türlü ettiğimiz dualar; Rabbimiz’den, susamadan su istemeye benziyor; kuru, ezbere ve sıradan! Dilimizle söylediğimiz duaları; hâlimiz, hissettiklerimiz, tasdik etmiyor ve yalanlıyor gibi! Elhasıl: Uçurumdan düşen bir insanın, Rabbinden başka tutunacak dal olmadığını anlamasına benzemiyor hâlimiz!…

“Tevhid – Kesret“ten buralara geldik. Hem zaten bu 3 sebebi geçtik; devletlerin bile % 15 – 25 vergi aldığı bir zamanda, 40’ta 1, yani % 2,5 zekât vermeyi çok gören ve az bir ücretle, günde 10 – 12 saat çalışırken; karşılığı ebedî Cennet olan 5 vakit namazı (toplamı 40 rek’ât, yani 40 dakika ve 20 dakika da abdest tutsa, toplam 1 saat tutan namazı; “vaktim yok” diyerek) fazla gören ve senede 1 ay orucu çok gören bir insan; eğer mülhid değilse, ya gafil veya cahildir!

Hem zaten; birisinin bize günde 24 altın vererek, sonra bir kısmını tekrar kendisine iade etmemizi istemesi ve karşılığında 24 altından çok daha fazla mükâfat vereceğini söylemesi gibi; ibadette kullandığımız vücud, O’nun; harcadığımız vakit O’nun!… Yani kendimizden verdiğimiz birşey yok; O’nun olanı, gene O’na iade ediyoruz sadece! Öldüğümüzde, biz istemesekte, zaten hepsi O’na dönecek!…

Bir de: (Afedersiniz) İçki, hovardalık, günah için bile para lâzımken; abdest – cami, sevap bedavaysa!

Bir de Rabbimiz: “Vişne suyu iç, erik suyu iç, şeftali suyu iç, çay iç, ıhlamur iç; böyle binlerce suyu iç; sadece içki içme! İnek eti ye, koyun eti ye, tavuk eti ye; sadece domuz eti yeme!” gibi; doğru şıkları çok, yanlış şıkkı tek olan sorular sormuşsa!

Bir de, Rabbimiz, belli şartlarla, 4 kadına kadar evlenmeye izin vermişken; “Yok, ben çağdaş yaşamı destekliyorum: Evlenme gibi kayıt-kuyut, aile, çocuk gibi sorumluluk ve külfetlere girmeden; ben 10 kadınla flört edeceğim, şu kadar kadınla yatacağım!” demek!…

Bir de: Kopyeler verilmiş; hattâ defter – kitap açık ve doğru cevapları da gösterilmiş bir imtihanda, halâ bile bile yanlış cevaplar işaretleniyorsa! Üstelik; uyandığımız her yeni gün, telâfi ve tekrar sınav hakkı tanınıyorsa! Olmadı; tevbe – istiğfar ve pişmanlık gibi şartlarla geçerli olan, “umumî ve genel af yasası” hükümleri devreye girebiliyorsa!… Rabbimiz, sonumuzu hayır etsin! Bizi bizden çok seven Rabbimiz; bizi, bize bırakmasın!

Yanlış bilinen ikinci şey: Kişinin kaliteli bir müslüman olması, dünyadan el çekmeyi gerektirmez. Dünyalık elde etmeyi yasaklamaz; kişinin, çalışma şevk ve motivasyonunu azaltmaz. Bilâkis; “çalışıp, kazanayım ki, daha fazla kişiye yardım edebileyim; şu hayır-hasenâtı yapabileyim” gibi düşünce ve niyetlerle arttırır.

Mü’min için, “mal;” cep yerine, kalbe girdiğinde; kasa yerine, kâlpte taşındığında problem olur. Burada problem: “Dünya”nın bize, ahireti kazanmak için, “sermaye” olarak verildiğinin unutulmasıdır. Sonsuz ahiret hayatının, bu sonlu ve kısacık dünya hayatında yaptıklarımıza bağlı olduğunun unutulmasıdır. Daha kötüsü: Bunun önemsenmemesidir!

İşte bu gibi sebeplerden dolayı, bir müslüman için asıl başarı, asıl başarılması gereken: Meselâ, beş vakit namazı, bir ömür boyu, kazaya bırakmadan kılabilmektir! Dinimizde meşru görülen mazeretler hariç; “hastayım, işteyim, yoldayım, askerdeyim, uykusuzum, yorgunum, su bulamadım” demeden; (yani “kılmamaya” değil, “kılmaya” mazeret bularak;) yaz – kış, gece – gündüz; dünyaya gözünü kapatacağı o vakte kadar, kazaya bırakmadan kılabilmektir!

İşte sadece bunu başarmak bile; 3 – 5 üniversiteyi bitirmek veya falan ünvan – makama sahip olmak veya falan yarışmayı kazanmaktan; çok daha zor, çok daha meşakkâtli, çok daha yorucudur. Çünkü bu yarışma ömür boyu, yaz – kış, gece – gündüz demeden; hastalık – sağlık, ev – sefer farketmeksizin sürüyor!…

Öyleyse; dünya rekoru sayılabilecek, hattâ bu tür rekorları kıranlara verilen ödüllerden, çok daha fazlasını hakeden bu büyük başarıyı; “alışkanlık” diyerek, “bilinçsiz kılıyor” diyerek, kimsenin küçültmeye ve değersizleştirmeye ve gözden düşürmeye hakkı yok! Sonuçta herkes, imkân ve kapasitesine göre ve gördüğü derslerden sorumludur.

Tevhid: Bütün, parçalarının toplamından fazladır

Konumuza dönersek: “Tevhid ve Vahdet” Hakikâti; soyut ve nazarî, teorik ve gaybî bir “dinî bilgi” değil; evrende işleyen “fizikî bir realite” ve mantığın ulaştığı “aklî bir sonuç”, bir ilkedir. Sadece Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “vahyî bir emir ve haber” değil; mikrodan makroya tüm kâinatta geçerli bir “yasa;” müslüman olsun olmasın farketmez, herkesin gördüğü (Fizik – Kimya Kanunu gibi) yürürlükteki bir “işleyiş”tir.

Tevhid ve vahdetin; biri varlığa, diğeri de Rabbimiz’e bakan iki ana yüzü var. Yani: Rabbimiz’in, eşyayla münasebeti ve eşyanın, kendi arasındaki münasebeti açısından, iki ayrı anlama gelir.

1) Varlığın birbiriyle etkileşim ve münasebeti açısından “Tevhid”: Kâinattaki varlık ve işleyişin, ana şemasını gösterir. Bu açıdan, “Tevhid ve Vahdet;” varlığın, üzerine bina edildiği ana matris; ana yapıştırıcı ve iskelet; birbirine bağlandığı iletişim hattıdır. Kâinatın, birlik ve bütünlüğünü; varlığın, birbiriyle iletişim ve senkronizasyonunu sağlayan; “ana işletim sistemi, ana programdır.”

Yani: İnsanın zerrelerini birarada tutup, senkronizasyon ve birlikte çalışmasını sağlayan, “ruh ve hayat” gibidir “tevhid.” Veya kâinatın her noktasına hâkim, bu ruh ve programın (kanun, emir, yasa, komut) sonucunda; kâinattaki bu tevhid ve vahdet, birlik ve bütünlük gerçekleşiyor.

Tıpkı bir insan organizması gibi; mikrodan makroya tüm varlığın, birbirine tevhid edilerek, bağlanması, şundan kaynaklanır: Rabbimiz’in isim ve sıfatlarının, “El Esmâ-ül Hüsnâ”sının tecelli ve tezahürleri ve birbirlerini sınırlamaları; [tabiri caizse; ışığın farklı frekans ve renkleri, kırılım ve birbirine girişimleri gibi; “isimler”in de, birbiri içerisinde girişim ve birbirlerini sınırlamaları (Er Rahman isminin, El Kahhar ism-i Celilini sınırlaması gibi;) bundan müteşekkil, oluşturdukları desen ve motifler; bunun varlıkta oluşturduğu şekil ve durumlar] varlıkta ve varlığın yansıdığı diğer boyutlarda, dalgalanma ve etki – tepkilere sebep olur.

Tabiri caizse; sanki herbiri ayrı bir “bilgisayar programı” gibi çalışan “isimler/esmâ;” kâinatın her bir noktasında, tesbih taneleri gibi, birbirinden kopmaz bir birlik ve bütünlüğe sebep olur. Tek bir insan vücuduymuş gibi; kâinattaki tevhid ve vahdet, birlik ve bütünlük, buradan kaynaklanır. [Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim ve Bilimsel Yöntem, evrendeki bu tevhid (birlik ve bütünlüğü) farketmişse de; bunun nedenini başka sebeplere bağlamaktadır.]

2) Rabbimiz’in, varlıkla münasebeti açısından “Tevhid”: Rabbimiz’in, varlıkla ilişki ve illiyet, münasebet ve bağlantısını gösterir. Şöyle ki: Tevhid ve Vahdet Paradigması, “Allahü Teâlâ”nın sadece “ilâh” olarak (ulûhiyyetinde) varlık ve tekliğini ifade etmez; O Allah’ın, “Rab” olarak “rubûbiyyetinde” de; (yani “rızık vermek, şifa vermek veya terkib ve inşa etmek, ihtira’ ve icad etmek” gibi tüm) “terbiye ve tedbir, icraat ve fiilleri”nde de tek olduğunu ve ortağı olmadığını ve ortaklar kullanmadığını anlatır. Yani: O’nun, yaratma ve tanrılığında ortağı olmadığı gibi; (ve zaten ortaklara ihtiyacı olmadığı gibi;) yarattıklarını aktif ve ayakta tutma, çalıştırma ve işletme, hareketlendirme ve yönetmesinde de; yani “faâliyet ve icraâtı”nda da ortağı olmadığını anlatır.

Yani: Rabbimiz, herhangi bir “sebep” veya “madde,” “mekanizma” veya “kuvvete”: “İş bölümü ve vazife olarak; bu şeyin imalât ve üretimini sana bırakıyorum. Sana verdiğim bu ufak iş ve süreçten ve sonucundan sen sorumlusun. Ben daha büyük işlere bakacağım!” dememiştir. Çünkü ve zaten, O’nun sonsuz ve sınırsız kudretine nisbetle; “küçük – büyük, az – çok” gibi itibarî nisbet ve ayrımlar yoktur. Tabiri caizse; kudretin “bir birim” tecellisiyle, zerre harekete geçip, dönmeye başladığı gibi; aynı “bir birim kudret” tecellisiyle, kürreler de dönmeye başlar. Yani atoma daha az, yıldızlara daha fazla kudret harcanmaz.

Örneğin: Aynanın bir “elmayı” yansıtması ile bir “dağı” yansıtması aynı derecede kolaydır. Yani: “Ayna; elmayı daha kolay yansıtır; aynanın, dağı yansıtması için daha fazla kuvvet harcaması gerekir” diyemeyiz. Veya: Bir komutan “hazır ol!” emriyle, bir kişiyi de hizaya sokar; aynı “hazır ol!” emriyle 1 milyon kişiyi de. Asker sayısı artınca, emrini tekrarlaması veya daha gür söylemesi gerekmez (burada emri, mikrofon veya telsiz gibi bir cihazla ilettiğini varsayıyoruz). Veya: Terazinin iki kefesinde eşit ağırlıklar varsa, bu iki eşit ağırlık ister iki dağ olsun, isterse iki zerre; bu eşitliği bozmak için, “bir birim kudret” tecellisi yeterli olur. Veya: Güneş, timsalini ufacık bir cam parçasına yansıtması ile koca okyanus üzerine yansıtması arasında, kolaylık – zorluk farkı yoktur.

“Az – çok, küçük – büyük, uzak – yakın” gibi, “mümkün ve maddî” varlıklar için geçerli olan, bu itibarî sıfat ve ayrımların; Vacib-ul Vücud olan Rabbimiz için geçerli olmadığı ve Kudret-i İlâhî’de “zor – kolay” gibi nisbetler doğurmadığını izah sadedinde, örnekler çoğaltılabilir.

Konumuza dönersek: Rabbimiz, kendinden bağımsız, yani “otomatik” çalışan bir mahlûk veya varlık sistemi kurmamıştır. Zaten “varlık veya devamında, vücud ve bekâsında, Allah’tan bağımsız ve özerk olup, O’na ihtiyaç duymamak;” “mahlûkat ve varlık”ın, tanım ve ta’rifine de aykırı! Çünkü: “Hiçbirşeye muhtaç olmamak;” Rabbimiz’in sıfatıdır, Tanrılık sıfatıdır. “Her ân/mekân Rabbimiz’e zaruret ve ihtiyacı olmak” da, “mahlûk / mümkün”ün sıfatıdır.

Mahlûkun, “Rabbinden bağımsız ve O’na muhtaç olmaması” demek; meselâ: Nefes almaya ihtiyacı olmamak veya nefes alması gerekiyorsa, bunun için Rabbimiz’in yarattığı havaya ihtiyaç duymaması, kendi havasını kendi te’min edebiliyor olması demektir.

Meselâ: Atom ve elektronların, hareket ve yerdeğiştirmek için, O’nun kudret ve kontrolüne ihtiyaç duymaması; bütün hareketlerini, kendi tercih ve irade; kendi kuvvet ve yön bulma duygularıyla gerçekleştirebiliyor olması demektir.

Halbuki mahlûkun; Rabbinden, geçici veya kalıcı bağımsız kalabileceği, kendinden kaynaklı veya kendi fıtrat ve mahiyetine ödünç verilmiş, herhangi bir “kuvvet ve sıfatı, tabiât ve özelliği” yoktur ve olamaz. Mahlûkatın “kuvvet ve sıfatlarını” geçtik; o mahlûkatın “vücud/mevcudiyetinin” bile, Rabbi’nden bir ân bağlantısı kesilmez; aksi hâlde o mahlûk “adem”e düşer, yok olur! Bu, elektriğin kesilmesiyle, lâmbanın sönmesine benzer.

Çünkü: Varlığın, “vücud ve hareket ve eylemleri;” varlığın, içinde bulunup, yer kapladığı “zaman–mekânıyla” birlikte “ânlık var–yok”larla mevcudiyet kazandığı için; Rabbimizin bu “her ân/mekân” gerçekleşen “ol – öl” emirleriyle; varlığın “var–yok”larında; “yaratma” için ayrı bir irade, “yoketme” için de ayrı bir irade gerekmektedir.

Fizikî varlık ve Hareketlerimiz, Ânlık Var – Yok edilişlerle Gerçekleşiyor

Diğer evren ve âlemler hakkında (Vahiy ve Hadis’in bildirdiği dışında) fazla bir bilgimiz yok ama bulunduğumuz boyuttaki, maddî mahlûkatın, “fizikî varlık ve hareketleri”, “ân’lık var – yoklar”la gerçekleştiğini, hepimiz görüyor ve tecrübe ediyoruz, fakat farkında değiliz.

Farkında ol(a)mamazın sebebi: İçinde bizle birlikte, tüm varlık yok edildiğinden, bu “yok ediliş ve yokluğa” şahit olamıyoruz. Fakat fizikî, somut varlığımızın, “ân’lık var – yoklar”la gerçekleştiğini farketmek, zor değil.

Şöyle ki: Bulunduğumuz “şimdiki ân/zaman”dan; “1 saniye”, hattâ “1 ân” önceki ve sonraki zamana gidemediğimiz; yani “ân”lık bile olsa, geçmiş ve gelecek zamana gidemediğimiz ma’lûm. Demek ki; bizim “fizikî vücud ve mevcudiyetimiz”, sadece, o daracık “şimdiki ân/mekân”da; yani “ân’lık!”

Misalen: “Şimdiki ân/mekân”da sandalyede oturan bir insan (meselâ kendimizi) tasavvur edelim. Bu kişi, “şimdi” sandalyeden kalkıyor. Bu kişinin “yeni şimdi”de, sandalyeden kalkma hareketinin yaratılması için; oturuyor olduğu, “önceki şimdisi”nin silinmesi ve yok edilmesi gerekiyor. Yani “oturuyor olduğu şimdiki ân/mekânı”nın, “geçmiş ân/mekân” yapılması gerekiyor ki; yeni gelen “şimdiki ân/mekânı”nda, “ayakta durma” pozisyon/durumuna yer açılsın. Tıpkı, “şimdiki ân/mekân”a benzeyen sinema Beyaz Perdesinde; “ânlık resim karelerinin,” biri giderken, diğer “ân/mekân resim karelerinin” gelmesi gibi.

Eğer bu kişinin, “sandalyede oturma fizikî pozisyon ve vücudu” silinip, yokedilmeseydi; “sandalyede oturan önceki ben” ve “sandalyeden kalkmış şimdiki ben” olarak; 2 ayrı fizikî ve somut Ayhan’ın birbirine bakıyor olması gerekirdi! Reâlitede böyle birşey olmadığına göre; o hâlde, içinde bizle birlikte, tüm mahlûkatın “varlık ve vücudu, hareket ve devamı;” her “ân” tekrar tekrar “var – yok edilmeleri”yle gerçekleşiyor demektir! (Yaratılma – yok edilme aralarında geçen süre ne kadar?, Varlık; senkronize bir biçimde ve aynı ânda mı, yoksa farklı ânlarda mı var – yok ediliyor?, Bizim boyut/âlem/uzayımız dışındaki mahlûkatın, vücud/varlık ve hareketi de; bizim gibi, hep böyle süreksiz, yani kesikli/kesintili mi? konular ayrı mesele.)

Yani yaşadığımız evrende “varlık ve hareket”; bilgisayar ekranındaki piksellerin yanıp – sönmesi (bilgisayar dilindeki 0 – 1, var – yok, yani “sinyal gelsin – gelmesin” komut / mantığı) gibi gerçekleşiyor. Veya sinemadaki “Şimdiki Ân / Mekân”a benzeyen “Beyaz Perde”de, varlık ve hareketin oluşma mekanizmasıyla, birebir aynı gerçekleşiyor.

Matematikte “doğru”nun, bölünemeyen en küçük noktalardan oluşması gibi; “zaman” denilen süreçte, “bölünemeyen en küçük ân/süre noktaları”ndan oluşur. Bir sinema ve fotoğraf karesine benzeyen; yani “zaman/sürenin” akmadığı ve “hareketin” gerçekleşmediği, o donuk “en küçük ân”da bulunan “fizikî vücud” ve vücudumuzun yeni “pozisyon/durum” ve “hareketi;” şimdiki ân/mekânlar’ın, ardarda yaratılma ve yok edilmeleriyle gerçekleşir.

Aynı cins iki nesnenin, aynı uzay/mekânı paylaşmasının mümkün olmaması; bu iki nesnenin, ancak bitişik, yanyana veya içiçe, olmalarının mümkün olması gibi; iki “şimdiki ân/mekân”ın da, aynı “ân / zaman – uzay / mekân”da olmaları mümkün değil. Yani: İçinde tüm mahlûkatın bulunduğu “şimdiki ân/mekân”, içindekilerle birlikte yok ediliyor ki, yeni “şimdiki ân/mekân” gelsin, yaratılsın. Yani mahlûkatın “fizikî vücudu” ve bu vücudun “hareket ve yeni durumları”, her ân yeniden yaratılıp – yok ediliyor.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta: Tüm varlığın, “her şimdiki ân/mekân” tecrübe ettiği, “yaratılma – yok edilme (var – yok)” sürecini farkedip, anlamamız için verdiğimiz, bu “beyaz perde ve fotoğraf karesi, bilgisayar ve ekran” örneği; bir “benzetme ve mecaz” değil! Evet, aynen: Sinema beyaz perdesi ve bilgisayar ekranındaki “varlık ve hareketi;” nasıl meydana geliyorsa, içinde yaşadığımız bu reel evrende de, aynısı oluyor!

Geçmiş muhakkik ve mutasavvıfların eserlerinde de; varlığın mevcudiyet ve devamlılıklarının; “an be ân, devamlı, yeniden var – yok edilerek” sağlandığı geçer. Fakat bu konu/olay, hak ettiği değeri o gün de görmemiş; bugün de görmüyor. Herhâlde, kâlp gözüyle görülebilen veya mikro (veya quantum) düzeyde gerçekleşen bir olay olarak görülmüş/görülüyor.

Halbuki devamlı ve her ân yaşadığımız bu olayın farkına varmak, varlık ve evren anlayışımızda devrim açacak niteliktedir! Bu vak’â; sonuçları itibariyle neye yol açtığı, hangi felsefî ve bilimsel paradigmaları büktüğü veya geçersiz kıldığı üzerinde, araştırmalar yapmak ve öngörülerde bulunmak için, bereketli bir arazi olarak duruyor. (Meselâ: “Bunun üzerine, yeni bir ilmî teori ve hipotezi, nasıl inşa edebiliriz?” veya “Bununla, acaba dalga-parçacık düalite/ikilemi çözülebilir mi?” gibi.)

Varlık ve hareket ve durumlarının, “her ân/mekân, tekrar ve tekrar, yeniden var – yok edilmeleri” gerçeği; “var, yok ve yok da, var ol(a)maz; herşey, sonsuz bir dönüşüm ve değişimdir” tezini geçersiz kıldığı gibi; “neden” ile “sonuç” arasında, yatay ve zorunlu bir bağ ve etki – tepki varsayan Determinist Felsefe’nin de, ana aksiyomlarını elemiştir.

Varlığın, her ân yeniden yaratılma – yok edilmelerle sağlanan, “vücud ve devam/bekâsı;” Samed ve Kayyum olan Rabbimiz’in, eşyaya vurduğu, en açık mühürlerden olup; evreni, “yaratıcı ve faili, özne ve ustası yok(muş), varsa bile varlık ve işleyişine karışmıyor(muş); herşey, neden-sonuçların işlemesiyle otomatik olarak oluyor(muş)” önvarsayımıyla; yani “ateist ve deistik” önkabül ve aksiyomlarla inceleyen ve tasvir eden Bilimsellik Felsefesi’ne de, cevap niteliğindedir!

Konumuza dönersek, sonuç olarak: Varlığın değil, başka varlığa “etki ve tepkisi;” tek başına o varlığın, her ân/mekân ayakta durup, “yokluk”a düşmemesi bile; Rabbimiz’in sürekli tecelli ve tezahür eden, irade ve kudretine, isim ve sıfatlarına bağlı ve bağımlıdır.

Tıpkı: Yanan bir ampulün, elektriğin kesilmesiyle, ışıma ve ısınmasının son bulması gibi; eşyanın da, Rabbi’nden bağlantı ve illiyetinin kopması, yokluğa düşmesini netice verir. Zaten mahlûkatın vücudu; (yukarıda anlattığımız, terazinin iki eşit kefesi gibi) “mümkün” kategorisindedir; yani “varlıkla – yokluğu” eşit; yani olsa da olur, olmasa da olur. Varlık; bu “mümkün” sıfatından; Rabbimiz’in sıfatı olan “vacib / vacibîyet” (olması zorunlu, olmasa olmaz, olmaması düşünülemez) sıfatına çıkamaz.

Zaten varlığın “vücud ve mevcudiyeti”, Rabbimiz’in varlığına nisbetle, “gölge” gibi zayıf ve kuvvetsizdir; kendi başına “varlık ve vücudu” yoktur; hâliyle “özellik ve sıfatları, kuvvet ve kudreti” de yoktur…

Elhasıl: Rabbimiz, kâinatta “anonim şirket” tarzında bir işleyiş ve yönetim kurmamıştır! Zaten ortak ve yardımcılar kullanmak, acz ve ihtiyaç veya zaruret ve maslahatın doğurduğu bir mecburiyetten kaynaklanır ki, Rabbimiz bundan münezzehtir.

Kısaca Tevhid: Rabbimizin, tanrılık ve ilâhlıkta ortağı olmadığı gibi; icraat ve faâliyetinde de ortakları olmadığını, yardımcılar kullanmadığını anlatır. “Varlık”ı; hiç yokken “var etme” ve ayrıca “yokluğa düşmekten” muhafaza edip – “varlıkta tutma;” sonra da, bu varlığı “hareket ettirip; terbiye ve çalıştırma, idare ve işletmesinde;” müstakil ve kendi başına işleyen “etken araç / fail aracı / bizatihî aktif vasıtalar” kullanmadığını anlatır.

Meselâ: Bir “bıçak”, bizzat/bizatihî/kendinden hareketli ve aktif ve faâl olamaması gibi; “varlık”ta (en küçük nokta ve zerresine kadar), Kudret Eli’nin tutması ve hareket ettirmesi ve yönlendirmesiyle, ayakta durabilir ve hareket edebilir.

Bıçak örneği gibi; havada gördüğümüz câmid ve cansız, ufacık bir taşın bile, kendi kendine, yerden kalkıp, havalanamayacağını bilirken; uçsuz bucaksız uzayda, kentilyonlarca yıldız, gezegen, seyyarenin; havalanıp, sonra dengeye girip, sonra da iki çeşit hareketle (hem de, namludan çıkan mermiden çok daha hızlı!) dönmesini; bu işlerin hakikî fail ve sebebi olan Rabbimiz’den kopartıp; sonra da tutup: “Yıldızların, bu ölçülü ve nizamlı hareketleri; boşlukta durmaları, dönmeleri, dengeleri vs. bütün bu şeyler; bir rüzgârın tahrikiyle (kütleçekim rüzgârı!) olmakta” demenin, inandırıcı olmadığı ortada!

Bilimsellik Felsefesi’nin, Rabbimiz’in evrendeki fiil ve eserlerini; “kütleçekimi, tabiât, tesadüf–zorunluluk, evrim–devrim, patlama–çatlama, madde–enerji dönüşümleri” gibi “failsiz sebeplere” vermesinin absürdlüğü, ortada! “Falan kuvvet, bilmem ne ısı – basınç; şu kanun, bu mekanizma, o döngü, bu değişim, şu sistem” diyerek; evreni, güya “failsiz ve öznesiz;” yani güya “kendi kendine çalışan ve işleyen, otomatik bir makina ve bilgisayar(mış)” gibi tasvir etme ve anlatmasının, kurgusallığı ortada!

Elhasıl: Herhangi bir Fizik Kanunu gibi, evrende geçerli ve görünen (ve Fizik – Kimya Kanunlarının geçerlilik şart ve sınırlarının aksine, mikrodan – makroya her yer ve zamanda geçerli ve işler olduğu görülen ve görülmeyen kısmı da böyle olduğu anlaşılan) bu “Tevhid Kanunu”nun anlam ve sonucu ise:

“Bilim/sellik Felsefesi”nin, evreni ta’rif ve tasvir ederken kullandığı, failsiz “Deterministik Felsefe” ve gözlem – ölçümlerini üzerine temellendirdiği “Nedensellik Şablonu”nun; yani “neden – sonuç ilişkileri, madde – enerji etkileşimleri, tabiât – doğa yasaları, tesadüf – zorunluluk süreçleri” gibi izahların; evrenin, bütüncül (holistik) ve rasyonel ve reel (vak’âya mutabık) açıklamasını vermediğidir.

Bilim/sellik’in; varlığı, failsiz; tıpkı “otomatik çalışan bir bilgisayar ve makina” gibi metaforize etmesi ve “aksiyomatik” olarak, evreni böyle modellemesinin, doğru olduğuna inanması ve önvarsaymasının sonucu olarak: Evrende işlediğine inandığı, “Allah’tan bağımsız varlık ve mekanizma”, yani “otomatik işleyen faâliyet ve sistemler var(mış)” gibi; yani “Ateist ve Natüralist Felsefe”ye göre ürettiği ve konumlandırdığı “Bilimsel Bilgiler”in, evrenin gerçek ve doğru resmini vermediğidir.

Bilim’in bu; varlık ve hareket ve işleyişinde “fail ve özneye” ihtiyaç duymayan Ateist ve Deist Yatay Determinist ve Natüralist Felsefe ve İnançlara göre kodlayıp – dizayn ettiği “Bilimsel Bilgi” ve izahları; gerçekte, Bilim’in, gözlem – araştırmalardan elde ettiği bir “bilgi ve veri” olmayıp; kendi “ateistik önvarsayım ve öninanç”, yani “aksiyomları”nın bir ifadesidir ki; bu da hem “aklî ve ilmî” bir temelden ve hem de “gözlem ve deneyden” yoksundur. Yani akıl yürütme, düşünmeyle bu sonuç çıkmadığı gibi; evrende yapmış olduğumuz gözlem – deneylerden de, böyle bir keşif ve sonuç çıkmaz, çıkmamıştır.

O hâlde, herşeyden önce; Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim’in; “cansız ve cahil, şuursuz ve kör olan nedenler”in, onları kullanan ve yöneten şuurlu bir “fail ve özne” olmadan; bu “sonuçlar”a, “neden” olabileceğini (yani nedenlerin, “neden” olmasının mümkün olduğunu) ve sonra da bu “mümkün”ün gerçekleştiğini (bu mümkün’ün vukû bulduğunu) delillendirip, doğrulaması gerekmektedir. Ki, buradan; gözlem ve ölçüm, tasvir ve ifadelerinde kullandığı, “Nedensellik Paradigması”nın doğru ve gerçekleşmiş bir vak’a olduğunu gösterebilsin.

Böylece, biz de, Bilimsellik’in bu “failsiz nedensellik paradigması”nın; “epistemolojik ve zihinsel bir şema” veya “hayalî bir kurgu ve tasavvur” veya “öninanç ve önvarsayım” olmadığına ikna olalım. En azından; böyle birşeyin imkân ve ihtimâlini, mümkün görebilelim!

“Şeytan taşlamaktan, salâvata sıra gelmedi” sözünde ifadesini bulan: “Bilim/sellik Felsefesi” ve ürünü olan “Bilim”i eleştirip, eksik – yanlışlarını göstermeye çalışmaktan; ne yazıkki, alternatifi olarak, önerdiğimiz “İslâmî B/ilim”i inşa etmeye; hiç değilse örneklerle farkını göstermeye sıra gelmedi!

Gelecek yazılarımızda (inşâallah), Bilimsel Paradigmanın, evreni parçalayıcı ve insan zihnini, kesret (çokluk) ve sebeplere dağıtıcı bakışı yerine; önerdiğimiz “İslâmî B/ilim”in, bütüncül, Tevhid Paradigması’nın farkını anlatmaya çalışacağız.

Böylelikle: Bilimsellik Felsefesi’nin; “Delil ve ispatı mümkün değil, bilgi ve gözlemin konusu değil; inanç ve felsefenin konusu, din ve metafiziğin alanı” diyerek, dışladığı ve evrene sormadığı “kim ve niçin, anlam ve amacı ne?” sorularından mahrum olmasının; Bilim’i, nasıl “Ateist ve Deist Felsefî İnançlar”a savurduğu ve nasıl, “Ateizm ve Materyalizm, Determinizm ve Natüralizm”in teorisyen ve savunucusu yaptığı netleşsin. Ve buradan; Bilim/sellik’in, evren hakkında verdiği bilgi ve ifadelerde; ne gibi safsata ve hurafeler ürettiği ve hangi “ateist metafiziğe” yaslandığı anlaşılsın.

Camı kıran biz miyiz, yoksa taşın hızı veya kütlesi mi ya da camın, taşa tepkisi mi?

Fakat, konumuz “tevhid” olunca; Rabbimiz’in, eşyada “nedensellik ve sebep – sonuç ilişkisi”ni nasıl kurduğunu anlamamız önemli. Gerek “varlık – varlık” arasında ve gerekse “varlıkla – Rabbimiz” arasındaki bağlantı ve illiyetin keyfiyeti; eşyanın ontolojisi ve bizim bu ontolojiyi, “epistemolojik” olarak nasıl algılayıp / anlamdırdığımız çerçevesinde; merkezî bir öneme sahip. Varlığın, yatayda kendi arasındaki ilişki ve dikeyde Rabbimiz’le ilişkisinin ne şekilde olduğu; öğrendiğimiz bilgi ve inanç ve yaslandığımız temel önkabüllerle de yakından bağlantılı.

Bu bağlamda, gelecek yazımızı; filozof İbn-i Rüşd’ün “ateş – yanma – yakıcılık” örneğiyle, İmam-ı Gazalî’ye (R.Â.) itiraz ettiği “Rabbimiz ve sebep – sonuç ilişki ve illiyeti” konusunda, kimin haklı olduğunun “tevhid” açısından araştırılmasına ayırdık.

Ulaştığımız netice itibariyle; İbn-i Rüşd’ün haksız ve İmam-ı Gazalî’nin de, neden haklı olduğunun anlatılacağı gelecek yazımızda, cevabını arayacağımız sorular: Ateş, ateş olarak kalıp; yakmaması mümkün mü?, Ateşin yanma–yakıcılığı; kendinden midir, Rabbimiz’den midir?, Yanma–yakıcılık; ateşin fıtratına konup, doğasından kaynaklanan bir zorunluluğun gerçekleşmesi mi; yoksa Rabbimiz’in eşyaya devamlı tecellisi icabı, bir mümkünün gerçekleşmesi mi?…

ETİKETLER: